Ana içeriğe atla

"Halkbilim Yazıları I"


Türk Âşık Edebiyatı’ndaki Usta-Çırak İlişkisi ve Türk Tekke-Tasavvuf Edebiyatı’ndaki Mürşit-Mürit İlişkisinin Karşılaştırılması

 Anadolu sahasında 16. yüzyıldan günümüze kadar geçirdiği aşamaları izleme imkânı bulduğumuz âşık edebiyatının ortaya çıkışı ve önceki dönemlere ait gelişim çizgisini belirlemek oldukça güçtür. Bu güçlüğü oluşturan faktörlerin başında Türklerin Orta Asya’dan göç ederek Anadolu’da yeni bir yerleşik medeniyet kurmaları, yeni bir dini benimsemeleri, şiir ve musiki alanlarında birtakım değişiklikleri kabullenmeleri gelir. Tarihi seyri izlemeyi güçleştiren bir başka faktör de âşık edebiyatının sözlü kültür ürünü olması, bu ürünlerin çoğu kez yazıya geçirilmemesi, ilk dönemlerde yazıya geçirilen ürünlerin bir kısmına henüz ulaşılamamış olmasıdır (Oğuz 2014: 287).
Âşık edebiyatında oluşturulan geleneğin yüzyıllar boyu yaşatılmasını sağlayan unsurlardan biri usta-çırak ilişkisi olmuştur. Âşık adayının yetişmesi sırasında en çok başvurulan yollardan biri, çıraklık eğitimidir. Bu çıraklığın amacı hem yeni âşıklar yetiştirerek hem de geleneğin sürdürülmesini sağlayarak gelecek kuşaklara aktarımı en doğru bir şekilde yapmaktır. Çırak, bu eğitim süresi boyunca sürekli ustasının yanında yer almaktadır. Ustasıyla beraber icra ortamlarında bulunur, yolculuklara çıkar. Çırağın bunu yapmasındaki amaç ustasını yakından gözlemlemektir. Yapacağı icrayı, kuru, salt bilgiden ziyade pratiğe dökülmüş bir halde yapacağından dolayı bu gözlemler, kendisinin ilerleyen zamanlarında yol rehberi olacaktır. Çırak, ustasına karşı saygıyı her zaman en üst noktada tutmakla yükümlüdür. O kadar ki yeri geldiğinde ustasının maddi kazanç elde etmek için yaptığı işe bile yardım etmiştir. Tarlaya giderek ustasına yardım ettiği de olmuştur.
Zamanla ustasının yanında kendini geliştiren çırak, bazen ustası tarafından sınava tabi tutulur. Ustanın buradaki amacı çırağın şimdiye kadar olan gelişme düzeyini icra bağlamında gözlemlemektir. Bu gözlemleme genel olarak baş başa gerçekleştirilir. Çırak, icrasını gerçekleştirdikten sonra ustası onun eksik veya yanlış yerlerini söyler. Bu bağlamda çırak bu önermelerden sonra yine eğitimine devam etmektedir. Belirli bir süreden sonra çırağın kendisinin yetiştiğine kanaat getirip ustasından icazet almasıyla veya -ustanın yeterli görmesiyle- çırak da usta bir âşık olabilmektedir. Çekirdekten yetişen bu âşık, ilerleyen zamanlarda yanına bir çırak alarak bu silsileyi devam ettirmektedir. Bu silsilenin devamı olarak da muhtelif “kollar” ortaya çıkmıştır. Örneğin Ruhsatî kolunda usta âşık Ruhsatî’dir. Ondan sonra gelen Meslekî, Minhacî, Emsalî bu kolun 1. Kuşağını oluşturmuştur. Emsalî’nin yanında yetişmiş Gülhanî ve Mahsubî bu kolun 2. Kuşağını oluşturmuştur. Böylece âşıklık geleneği uzun yıllar devam etmiştir.
Yukarıda bahsedilen gelişimin bir benzeri de Türk tekke-tasavvuf edebiyatı bağlamında mürşit ve mürit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hoca Ahmet Yesevî ile temelleri atılan, kendisinin Türkistan’da, öğrencilerinin de Anadolu’da kurduğu tekkeler çevresinde gelişen bu edebiyat, 12. Yüzyıldan itibaren edebiyatımızda varlığını göstermiştir. Tekkelerde eğitim veren mutasavvıflar, başlattıkları bu Yesevî ekolünün devamı için öğrenci yetiştirmeye başlamışlardır. Bu yetiştirme bazen uzun yıllar almıştır. Yunus, Taptuk Emre’nin kapısında yıllarca odun taşıyarak tekkelerin önemli bir özelliği olan hizmet işini gerçekleştirmiştir.
Sürekli olarak tekke ortamında bulunan müritler, mürşitlerin yanında eğitim alıp ondan sonra kendi tekkelerini kurup hocalarının izinden gitmişlerdir. Eğitim süreçlerinde bilgileri, Kur’an’dan, hadislerden ve mürşitlerinin anlattıklarından yararlanarak tamamlayan müritler, bulundukları ortama, bu ortamda bulunun diğer kimselere ve mürşitlerine karşı olan saygılarını her zaman en üst noktada tutmayı bilmiş ve başarmış kimselerdir. Müritler, mürşitlerinden icazet alarak sonrasında farklı bölgelere gitmişlerdir. Bu da bağlı oldukları tekke fikir sisteminin genişlemesine, akabinde farklı tarikatların çıkmasına yol açmıştır. Örneğin Kadirilik tarikatından Esediyye, Halisiyye, Garibiyye, Ekberiyye adında kolların ortaya çıkması gibi. Yetiştikleri bağlam gereği din konularında öğrendikleri bilgileri, özellikle İslamiyet’le henüz tanışmamış kimselere anlatmayı kendilerine bir görev bilmişlerdir. Türk tekke-tasavvufu bağlamında hedef kitle cahil Türkmenler olmuştur.
Anadolu’ya göç esnasında hem göç eden kitleyi yönlendirmek hem de İslamiyet’i yaymak amacıyla Horasan, Buhara, Semerkant gibi bölgelerde yetişmiş olan mürşitler bu yönlendirme ve yayma eyleminin baş aktörü olmuşlardır.
Genel olarak baktığımızda usta veya mürşit olarak adlandırılan işinin ehli kimseler, eski Türk inancından gelen, yapılan işin devamını sağlama ve ileri bir noktaya taşıma fikrini o yüzyıl bağlamında yaşatan kimselerdir. Bunun eski Türk inancındaki şekli, kamların yetiştirdikleri kişilerde görülmüştür. Şöyle ki kendisinin de bir fani olduğunun bilincinde olan kam, öteki âleme göçtükten sonra icra ettiği ritüelleri yapacak bir kimsenin, maddi âlemde olmasını istemektedir. Gerek o zaman çerçevesinde var olan Gök Tanrı inanış biçimleri (yağmur yağması için Tanrı’ya yalvarma vb.), gerekse hastaları tedavi etme, ruhlarla iletişime geçme gibi ritüellerin eksik kalmaması için yanlarında yetiştirmek üzere bu işe yatkın kimseleri bulundurmuşlardır. İşte bu bağlı bulunduğu bağlam çerçevesinde kendisinden sonra o işi icra edecek bir kimseyi yetiştirme düşüncesi, eski Türk inanç sisteminden başlayarak bu iki edebiyat döneminde de varlığını göstermiştir. Bu da kam/şaman yüzyıllar içerinde evrimleşse de düşünce dünyasının değişmediğini, eski Türk inanç sisteminde yer alan kamın diğer yüzyıllarda derviş, âşık gibi adlandırmalarla yine bizimle beraber olduğunun kanıtı niteliğindedir.
Sonuç olarak mürşit-mürit ve usta-çırak karşılaştırmasını yaptığımızda karşımıza çıkan tablo şudur:
1- Her iki dönemde de silsile büyüdükçe kollar meydana çıkmaktadır. Böylece dönemin özelliğine göre ortaya çıkan icra daha çok yayılma imkânı bulmaktadır.
2- Her iki dönemde de bağlı bulunduğu ustadan ve mürşitten icazet alma vardır. Böylece hem kendi bilgisinin yeterli olduğuna kanaat getirilmiş olur hem de yetişen kimse hocasına saygıda kusur etmemiş olur.
3- Her iki dönemde de mutlaka bir icra ortamı vardır. Âşık edebiyatı bağlamında bu ortam başlangıçta kahvehaneler, ilerleyen zamanlarda geniş meydanlar olurken; tekke-tasavvuf edebiyatı bağlamında bu mekân tekkeler olmuştur.
4- Her iki dönemde de bağlı bulunduğu kuruma ve -başta kendi hocası olmak üzere- o işin ehli kimselere duyulan saygı en üst seviyededir. Öyle ki bu saygı en sonunda hocasının bireysel işinde yardım etmeye kadar gitmiştir.
5- Her iki dönemde de ezgi söz konusudur. Tekke-tasavvuf bağlamında bunun tezahürü zikirler ve zikir törenleri olurken, âşık edebiyatı bağlamında saz ile icra edilen ezgiler olmuştur. Müzik aletinin olmadığı durumlarda bile her iki dönem için ses çıkararak ezgi unsuru vazgeçilmez olmuştur. (Tekkelerde nefes sesi, Âşık icrasında ağızdan ses çıkarma)
6- Her iki dönemin kaynağı eski Türk inanç sistemi olmuştur. Din açısından inançlar farklı olsa da eski inanç ve yeni inancın ortak noktasını tek Tanrı oluşturmuştur. Bu bağlamda kam, 12. yüzyıldan 16. Yüzyıla kadar olan zamanda derviş olarak karşımıza çıkarken, 16. Yüzyıldan günümüze kadar da âşık olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaptıkları icralar çerçevesinde bazı farklılıklar görünmekteyse de, dönem karakterlerinin ortaklıklarının daha fazla olduğu göze çarpmaktadır.
7- Her iki dönemde yapılan icralarda aktarım söz konusudur. Bu aktarım öncelikle ustadan çırağa, mürşitten müride doğruyken sonrasında halka doğru olmuştur. Buna bağlı olarak da denilebilir ki temelde halkı veya bulunduğu ortamdaki insanları bilinçlendirme vardır.
 KAYNAKÇA
Oğuz M.Ö, vd., (drl.) (2014), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara
(Rumuz: Çatı Katı)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÖLGEDE KALAN YAZITLAR: YENİSEY YAZITLARI

GÖLGEDE KALAN YAZITLAR: YENİSEY YAZITLARI Yenisey Yazıtları kavramı ile daha çok, bugünkü Tuva ve Hakasya sınırları içerisinde ele geçirilmiş yazıtlar anlaşılmaktadır. Yenisey Yazıtlarının tarihi belli değildir fakat günümüzde bilim adamları onların tarihini 8-9. Yüzyıllara ait olduğundan emindir. Yazıt metinlerinden, ne yazık ki, onların hangi etnik gruba, devlete veya siyasi oluşuma ait olduğu hakkında yeterli bilgi elde edilememektedir ( Kormuşin 2017: 11). Türkiye’de mezkûr yazıtlar üzerine en kapsamlı çalışmalar       -Hüseyin Namık Orkun’un Eski Türk Yazıtları adlı eseri dışında- Prof. Dr. Erhan Aydın tarafından yazılan Sibirya’da Türk İzleri: Yenisey Yazıtları ve İgor Kormuşin tarafından yazılıp Rysbek Alimov tarafından Türkiye Türkçesine çevrilen Yenisey Eski Türk Mezar Yazıtları adlı eserlerdir. Aydın, eserinde verdiği bilgiye göre yazıtların bulunması 1675 yılında Nicolaie Milescu, Rus çarı Aleksi Mihayloviç’in elçisi olarak Çin imp...

"Burçak Tarlası"

Merhabalar dostlar APT’nin değerli okurları, ilk paylaşımımızı siz değerli okurlarımıza sunmanın tatlı heyecanı içerisindeyiz. Kendi sözümüzü fazla uzatmadan sizleri nostalji kuşağının herkese hoş gelen o ezgili türkülerinden birinin hikayesine götürmek istiyoruz, türkümüzün adı "Burçak Tarlası"... Türk Kültürü’nün aynasıdır türküler. Toplumun sosyoekonomik yaşamından izler taşır. Türkülerde toplumun yaşamını, yaşanmışlığını, kültürünü birebir bulabilirsiniz. Aşk, ölüm, gurbet, sıla, ayrılık, kavuşma, acı, sevinç, velhasıl insanın içindeki her şey türkülerdedir. Anadolu insanının geçim kaynağı tarım, tüm yaşamına etki ettiği gibi türkülerine de yansımıştır. Tarımın yaşam kaynağı olduğu bu topraklarda, türkülerde tarımın yer almaması zaten düşünülemez. Türkülerin bir hikayesi, üzerine sinen bir yaşanmışlığı vardır. Ünlü halk ozanı merhum Özay Gönlüm “Türkü dediğin yüzyıllardır halk dilinde dizile dizile, saz telinde süzüle süzüle gelir. Bir olay olur halk onu içinde oldurur...

İnsan Değil, Adı Yaratık

  Gün kızıllaşmıştı, adımlarını hızlandırdı otobüs beklemek yerine dolmuşla gidecekti eve. Aşağı duraklardan binmek yerine üst duraklardan dolmuşa biner, henüz boş iken yerinin güvenliğini sağlardı. Toplu taşımalar bazen gerçekten sinirlerini zorlardı ama ona göre her şeyin bir yolu vardı, kolaylıklar insanı olmaya bayılırdı. Dolmuşla ev arası 10 dakika, hele inince sokağın başında, köşeden gözükürdü kırmızı boyalı evleri. Uzun ince bir sokak, penceresinden bakınca gözüken çam ağaçlarını izlemeyi severdi, çocukluğundan beri. Sanki sokağın huzuru tek yeşilliği olan o çam ağaçlarından gelirdi. Zaten ağaçları da çok severdi. Çocukken tepesine çıkması kolay bir ağaç buluversin yeter ki...   Bu çam ağaçları oldum olası büyüktü, onların altından çam fıstığı toplamayı severdi en çok. Babası göstermişti büyük çam ağaçlarının kozalağında çam fıstığı olduğunu, birlikte kırıp yemişlerdi. Yıllar sonra bile kocaman kız haliyle sokağı kollar alelacele toplar geçerdi çam fıstıkların...