Ana içeriğe atla

"O Kız"



    Kitap okumayı seviyorum elbet, kitap okumak sevilmez mi be! Hele iki elimin parmaklarını geçecek kadar kitabım olsun, şart olsun bir tanesini o kıza vereceğim, hem de parkın orta yerinde. Hadi oradan ne belli o da kitap okumayı sevecek olsun. Dedik ya kitap okumak sevilmez mi be! Okuduğum ve okuyacağım tüm kızlar artık o kızdı. O kız, o kız, o kız… Mahalleye yeni gelmiş besbelli, daha birkaç kez gördüm. Gördümse o beni gördü mü, görmedi. Sonraları duyduk, anası ölmüş de analığın, babasının yanına getirmişler mecbur. Kendiliğinden büyüyecek değildi ya iyi ki de getirmişler, ama anası ölmeseydi iyiydi, ölmüş bir kere…

Bir salıncağa biner de kaşlarını böyle çatar mı insan, görmediği iyiydi belki de. Korkar da kaçarsam ne olacaktı o zaman, utanma da bir daha çık mahalleye haydi! Bugüne bugün mahallede bir yeri vardı, daha geçen gün on ikilik Aliş’e kafa tutmamış mıydı? Hem de Aliş ondan iki yaş da büyüktü. Kolu mor döndü eve ama olsundu. Aliş korktuğundan sıktı da itti. Kimse dalaşamazdı artık ona.
Olmazdı tabii, kapkara saç rengi mi olurdu öyle, bizim evdeki tencerenin içi gibi kara, nah zeytin kadar da gözleri de olur mu insanın, çizgi filmdekiler gibi… Başkasına sorsan taze meyvelerin içindeki çürük rengi gibi derler, yok ama anam babam muhacir, mahalle baştan aşağı anamın ablalarıma temizlettiği mısır püskülü gibi, bizim evin rengi gibi sarı, Laklak deresi derler o yokuşta oturan dedikoducu kocakarı Melahat bile sapsarı, ablam diyor ki Laklak deresi adını bu Melahat’tan almış. İşte o kız, öyle her akşamüstü parka geldi gitti hatta yan yana bile sallandık, birkaç kez de ekmeğe giderken gördüm. Biz çizgiyi çekip bilye oynarken, yakınlara gelip izledi, heyecandan çok ütüldüm tabii. Dişlerini sıkmış, dudaklarının içini ısıra ısıra, gözlerini kocaman açmış bizi izliyor. Kâkülleri gözlerinin üstüne düşüyor, bilyeyi işaret parmağının arasına yerleştirip başparmağıyla iten bizimkilere öfkeyle bakıyor, yumruklarını sıkıyordu. Hadi oğlum, seslen, ne diye seslenecekti, adı neydi, kara kız dese, ayıp mıydı döver gibi alimallah!

-Sen de oynar mısın?

İki etmedi, geldi oynadı, baya da ütüldük. Güldü bu sefer, benim dişimin olmadığı yerde onun da dişi yoktu. Güzeldi.  Benim daha on kitabım olmasına çoktu, hem ince değil kalın, şöyle çok sayfalı kitap olmalıydı ki hiç bitmesin. Ablamın kitaplardan -fark etmesin diye arkalarda duranlardan-  birini aldım, adı neydi bugün hatırlamıyorum. Üstüne, tam kapağın üstüne “O kız merhaba, adım Mustafa, büyük parka gel.” yazdım, diğer gün koşa koşa gittim yanına, uzattım kitabı. Korktu önce bir bana bir kitaba baktı, sonra aldı. Parlak siyah arabaya güneş vurur da parlar ya,  gözün kamaşır, gözleri siyah araba gibi parladı. Eylül dedi, bir daha gülümsedi. Gitti.

Eylül merhaba, ben Mustafa, büyük parka gel…


(Rumuz: No:7 05.04.2020)

Yorumlar

Unknown dedi ki…
Cok güzel olmuş emeğine sağlık 💜
Gerçekten okuduğum en güzel düşüncelere ve yazıya sahipti.İnsana merak uyandıran ve sonunu merak ettiren bir yazı olması çok güzel okurken çok keyif aldım ellerinize sağlık💙😊

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÖLGEDE KALAN YAZITLAR: YENİSEY YAZITLARI

GÖLGEDE KALAN YAZITLAR: YENİSEY YAZITLARI Yenisey Yazıtları kavramı ile daha çok, bugünkü Tuva ve Hakasya sınırları içerisinde ele geçirilmiş yazıtlar anlaşılmaktadır. Yenisey Yazıtlarının tarihi belli değildir fakat günümüzde bilim adamları onların tarihini 8-9. Yüzyıllara ait olduğundan emindir. Yazıt metinlerinden, ne yazık ki, onların hangi etnik gruba, devlete veya siyasi oluşuma ait olduğu hakkında yeterli bilgi elde edilememektedir ( Kormuşin 2017: 11). Türkiye’de mezkûr yazıtlar üzerine en kapsamlı çalışmalar       -Hüseyin Namık Orkun’un Eski Türk Yazıtları adlı eseri dışında- Prof. Dr. Erhan Aydın tarafından yazılan Sibirya’da Türk İzleri: Yenisey Yazıtları ve İgor Kormuşin tarafından yazılıp Rysbek Alimov tarafından Türkiye Türkçesine çevrilen Yenisey Eski Türk Mezar Yazıtları adlı eserlerdir. Aydın, eserinde verdiği bilgiye göre yazıtların bulunması 1675 yılında Nicolaie Milescu, Rus çarı Aleksi Mihayloviç’in elçisi olarak Çin imp...

"Burçak Tarlası"

Merhabalar dostlar APT’nin değerli okurları, ilk paylaşımımızı siz değerli okurlarımıza sunmanın tatlı heyecanı içerisindeyiz. Kendi sözümüzü fazla uzatmadan sizleri nostalji kuşağının herkese hoş gelen o ezgili türkülerinden birinin hikayesine götürmek istiyoruz, türkümüzün adı "Burçak Tarlası"... Türk Kültürü’nün aynasıdır türküler. Toplumun sosyoekonomik yaşamından izler taşır. Türkülerde toplumun yaşamını, yaşanmışlığını, kültürünü birebir bulabilirsiniz. Aşk, ölüm, gurbet, sıla, ayrılık, kavuşma, acı, sevinç, velhasıl insanın içindeki her şey türkülerdedir. Anadolu insanının geçim kaynağı tarım, tüm yaşamına etki ettiği gibi türkülerine de yansımıştır. Tarımın yaşam kaynağı olduğu bu topraklarda, türkülerde tarımın yer almaması zaten düşünülemez. Türkülerin bir hikayesi, üzerine sinen bir yaşanmışlığı vardır. Ünlü halk ozanı merhum Özay Gönlüm “Türkü dediğin yüzyıllardır halk dilinde dizile dizile, saz telinde süzüle süzüle gelir. Bir olay olur halk onu içinde oldurur...

İnsan Değil, Adı Yaratık

  Gün kızıllaşmıştı, adımlarını hızlandırdı otobüs beklemek yerine dolmuşla gidecekti eve. Aşağı duraklardan binmek yerine üst duraklardan dolmuşa biner, henüz boş iken yerinin güvenliğini sağlardı. Toplu taşımalar bazen gerçekten sinirlerini zorlardı ama ona göre her şeyin bir yolu vardı, kolaylıklar insanı olmaya bayılırdı. Dolmuşla ev arası 10 dakika, hele inince sokağın başında, köşeden gözükürdü kırmızı boyalı evleri. Uzun ince bir sokak, penceresinden bakınca gözüken çam ağaçlarını izlemeyi severdi, çocukluğundan beri. Sanki sokağın huzuru tek yeşilliği olan o çam ağaçlarından gelirdi. Zaten ağaçları da çok severdi. Çocukken tepesine çıkması kolay bir ağaç buluversin yeter ki...   Bu çam ağaçları oldum olası büyüktü, onların altından çam fıstığı toplamayı severdi en çok. Babası göstermişti büyük çam ağaçlarının kozalağında çam fıstığı olduğunu, birlikte kırıp yemişlerdi. Yıllar sonra bile kocaman kız haliyle sokağı kollar alelacele toplar geçerdi çam fıstıkların...